Take a fresh look at your lifestyle.

Zübeyir Ağabey’e Atılan İftiraya Cevap

Risale-i Nur

HAKSIZ VE ASILSIZ BİR TAARUZA KARŞI BİR BEYANAT

 

Bir süredir çeşitli Forumlarda Risalei Nur talebesi olarak kendini ifade edip İftira atanlara ve onların kaynak aldığı kişilere Risalei Nur Talebeleri Adına Abdulkadir Badıllı Ağabeyin cevabi yazısıdır.

Mesturiyet altında çevrilen ve Nur mesleğine ve Nurun hamelesi olan erkanlarına karşı gelişen umumî teveccühü kırmaya yönelik ifsatçı bir taarruza mukabil müskit cevabımızdır

VE ŞİMDİ “NURCULUĞUN TARİHÇESİ” ADLI KİTABA GELİYORUZ.

Kitabı, itiraf edeyim kendim okumuş değilim. Bir arkadaşta gördüm, fakat bakıp okumadım. Cevabî yazımızın baş taraflarında kaydettiğimiz veçhiyle, bu kitap ve mahiyetlerini teşrih ettiğimiz üç tenkitkâr ve uydurulmuş rivayetli yazılarla birlikte aynı zaman içinde neşredilmeleri, pek bir tesadüf değildir gibi. Kitap ve üç yazının muhteviyatının benzeyiş içinde olmaları ise, tesadüfi bir vaziyet arz etmediklerini gösteriyor.

 

Kitabı incelemiş arkadaşlardan kulağıma gelen hadise, baştan sona kadar tenkit, takbih, intikam hissi ve itirazlarla dolu olduğudur. Sıddık Dursun, bir hayalî hisse kapılmışlığının tesiri altında kalmışçasına, kendisi gibi düşünmeyen ve hareket etmeyen kimseleri, hatta yakın zamana kadar en yakın arkadaşlarını ve davası uğrunda hayatını vermiş İzzettin Hoca gibi kimseleri de: “Düzenin adamı, mason ve saire” ile takbih ettiğini söylüyorlar. Hatta kendi hemşehrisi Nurettin gibi mübarek bir kardeşi Rafızilikle damgalıyormuş. Dahası var, hz. Üstadın oniki senelik hizmetkârı ve evlad-ı manevisi ve Üstadımız “erkan-ı harb” ve “kahraman” diye tavsif ettiği Zübeyir Ağabeyi ve Nurun en ön saftaki büyük rükünleri olan bir çok zevatı da şaibelendiriyormuş. Eski Nur talebelerinden beğendiği zatlardan biri Hulusi Ağabey, biri de Mustafa Acet[10]’miş. Böylece bana ulaşan malumata göre onun bu kitabı “Nurculuğun Tarihçesi” değil, kendi şahsî anlayışının menfice olan hatıralarının bir tarihçesi olduğu anlaşılmaktadır. Sıddık Dursun’un kitabında, (bana söylenen habere göre), hz. Üstadın hizmetkârlarından, Hüsnü Bayram’dan naklen, merhum kahraman Zübeyir Ağabey hakkında ve aleyhinde çok şeni’, pek çirkin bir düzmece nakletmiş. Bu düzmecenin akabinde; öteden beri aleyhlerinde bulunduğu ve hatta düşman saydığı İstanbul’daki meşhur Mehmetler ve sairleri de Zübeyir Ağabeyin kurmuş olduğu mason ekibi diye nitelemiştir. Ve bunların dışında kitapta 25 seneden beri kırık plak veya vakvaka-ı kurbağa tarzında yine Risale-i Nur’da tahrifat teraneleri varmış.

 

Ben Mart’ın onbirinde (11.03.2004) İstanbul’da idim. Hüsnü Bayram Ağabeyi aradım, dedim ki: “Sıddık Dursun yeni yayınladığı bir kitapta size atfen Zübeyir Ağabey aleyhinde bir rivayet nakletmiş, bunun aslı var mıdır? Dedi: “Asla ve kat’a öyle bir şey yoktur, yalandır, iftiradır.” Ben de dedim ki: “Siz hayattasınız, kendiniz bir cevap yazmanız ve imza etmeniz gerekir.” Dedi: “Yazıp gönderiyorum.” Bir gün sonra cevabî yazısı elime geçti. Az sonra bu yazıyı aynen koyacağım, imzalı tekzip yazısının fotokopisini de ekleyeceğim.

Sıddık’ın, Zübeyir Ağabey aleyhindeki intikamkâr ama aslında hz. Üstadın şahsiyet-i maneviyesini hedef alan karalamasına ve başkalarının sair iftirakar taarruzları hakkında, meçhul mektuba karşı yazdığım kafi cevap ve yazılı beyanları buraya da müskit ve ifhamlı cevap olduğundan, başka bir şeyi yazmaya gerek duymadım.

 

İstanbul’daki meşhur Mehmetler hakkındaki ağır ittihamlarını ise sahiplerine bırakıyorum. Çünkü hayattadırlar. Fakat, “Zübeyir Ağabey o ekibi kurdu” şeklindeki cahilane herzelemesine karşı derim ki: “Zübeyir Ağabey 1960’tan sonra İstanbul’a gitti. Ekip diye tavsif ettiği Mehmetlerin ikisi 1950’den beri İstanbul’da Ahmet Aytimur’la birlikte hizmetle meşgul kimseler idiler. Ve defalarca hz. Üstadla görüşmüş ve hz. Üstadın kabülüne mazhar olmuşlardır. Sonra bu zatlara Abdulvahitler, Bekir Berkler, Mustafa Polatlar ve Mehmet Kutlular da katıldı. Zübeyir Ağabey Üstadın vefatından bir yıl kadar sonra, mecburiyetle İstanbul’a gitti. Urfa’dan gitmek istemiyordu. Fakat zamanın idarecileri onu zorlayarak Urfa’dan ayırdılar. Abdullah Yeğin Ağabeyi de öyle…

 

Risale-i Nur için tahrif var diye olan teranesine karşı ise, birkaç sene evvel Hekimoğlu İsmail, yani Ömer Okçu Bey, kendisine demiş ki: “Kardeşim siz madem diyorsunuz ki, Nur’un bazı yerlerinde tahrifat var. Ve siz de en sahihini yazıp neşrettiğinizi söylüyorsunuz. Bu durumda bir problem kalmadı demektir. Risaleleri okuyanlar mukayesesini yaparlar, kararını verirler. Siz ne için böyle durmadan tahrif sözünü yayıyorsunuz?”

 

Ben Abdulkadir Badıllı da birkaç yol ile kendisine haberler yollamıştım ki: “Senin elinde tahrifli dediğin ne gibi şeyler varsa, onları bana gönder 15-20 gün de mühlet ver, sonra umumi bir açık oturum gibi bir yer hazırlayıp birçok kimseleri davet edelim ve yüz yüze tartışalım. Bir heyet-i ilmiyeyi de hakem tayin edelim. Eğer dediklerini ispat edersen ben senin emrine girerim. Bu tekrarlı davetime bir cevap gelmemişti. Yalnız dört-beş sene evvel Urfa’da yapılan bir mevlit gününde, Urfa Şehitlik Camii imamı İbrahim Şülül Hoca bir tek dosya ile bana geldi. Bunu Sıddık size gönderdi dedi. Sağına soluna bir baktım bazı fotokopi gibi şeyler… İbrahim Hocaya dedim ki: “Sıddık’a söyle, kendisinde bu dosya gibi çok şeyler varmış. Hepsini göndersin ve evvelce yolladığım haberlerde söylediğim gibi, 20 gün bana mühlet versin, sonra umumi bir toplantıda tartışmasını yapalım. Yine bir cevap gelmedi. Ama bu hadiseden sonra (ne kadar sonra olduğunu unutmuşum) Dava dergisinde yazdı ki: “Ben 20 dosya ile Urfa’ya gittim, bunları Badıllı’ya yolladım.ş Dosyaları götüren zata Badıllı demişti ki: “Üstadımız vefatından sonra da tashih işini yaptığı için, ben bu gibi dosyalarla uğraşmam” diye aleme hakikaten ayıp bir bühtan neşretmiş idi.

 

Yine Sıddık Dursun’un iki sene önce Dava dergisinde benimle ilgili, daha doğrusu Şeyh Said ile Üstad Bediüzzaman arasında vuku bulan mektuplaşma hadisesi hakkındaki bir yazısına cevaben yazmıştım ki; hadiseyi 1946’da ilk olarak yazan İnebolu’lu Salahaddin Çelebîdir. Hz. Üstad onun bu yazısını ehemmiyetle okumuş, kendi kalemiyle tashihler yapmış, ilaveler koymuş ve eski yazı teksir Asâ-yı Mûsâ’ların arkasına ekleyerek neşretmiştir. Hz. Üstadın tashihleriyle elyazma Asâ-yı Mûsâ kitabı bizde mevcuttur, gelip görebilirsiniz. Yine aynı tarz, Afyon hapsinde Üstadın avukatlarından Ahmet Hikmet Gönen’in yazdığı eski yazı müdafaanamesindeki Şeyh Said’in mektubuna cevap kısmını yine Üstad hazretleri kendi kalemiyle tashihler koymuş, sonra eski harf teksir ile Afyon Müdafaanamesi’nde neşrettirmiştir. Öyleyse, hadise kat’idir, şeksizdir diye yazmıştım. Sıddık buna karşı, ne dese iyi? “Salahattin Çelebî, Üstadın vefatından sonra Güven Partisine girdi” diye cevap yazdı. Sıddık benim hemşehrim, Şarklı olması hasebiyle, bu cevabına onun namına utanç duydum. Ben, hz. Üstadın kendi kalemiyle tashih ve tasdikinden söz ediyorum, O ise Salahattin Çelebî’nin Güven Partisine girmesinden söz ediyor. Öyle ise: “Essükût!”

Sıddık’ın bu meseledeki dayanağı ise, Şeyh Said merhumun torunlarından birisinin hz. Üstadın vefatından çok sonra sözde hz. Üstadtan nakil ve rivayet ismiyle hilaf bir şeyler söyleyip Dava dergisinde neşrettirdikleridir. İyi ama rivayet hz. Üstadın Risale-i Nur’daki ifade ve beyanlarının zıddınadır ve ayrıca az üstte sözünü ettiğimiz Selahattin Çelebî’nin ve avukat Ahmet Hikmet Gönen’in tashihli yazılarına ve Üstadımızın hayatında neşredilmiş, küçüklü büyüklü, eski ve yeni harf yayınlanmış ve hz. Üstadın teftiş nazarından geçmiş bütün tarihçe kitaplarına mugayir ve munakız bir tarzdadır. Bütün bunları Sıddık’a yazdım ve gönderdim, lakin hiçbir iyileşme görülmedi. Hemşehrim Sıddık’taki inat, dünya kadar nurani deliller de ona gelse, bana vız gelir diyor ve demek istiyor ki: Merhum Şeyh Said’in zadeganlarından birisinin tek bir hilaflı sözü, hz. Üstadın risalelerdeki ifadelerine de, onun kalemiyle yaptığı mübarek ve nevvar tashih ve tasdiklerine de ve onun nazarı ve murakabesinde yayınlanmış tüm tarihçe-i hayatlarına da racihtir. O zaman, bizim bu durumda ona karşı yapacağımız bir şey kalmaz.

 

HÜSNÜ BAYRAM AĞABEYİN CEVABÎ YAZISI

Bizimle hiçbir cihetle hizmetlerle ilgisi bulunmayan birisinin (M. S. Dursun) hatıralar adı altında benimle ilgili yazdığı asılsız, yalan haberine karşı:

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini hiç görmemiş ve hakkıyle de tanıyamamış ve davasını da anlayamamış ehliyetsiz birisinin hatıralar namı altında yazdığı ve senelerdir görmediğim, tanımadığım bu kişinin bana istinaden merhum Nur kahramanı Zübeyir Ağabeyimiz hakkında yazdığı kelime ve cümlelerin aslı yoktur, hakikate aykırıdır, YALAN, uydurmadır. Bu asılsız iftiralar kime hizmet etmek istiyor, malumdur. Müfterinin bu yalanına kimse inanmayacağı gibi, şeytanlar dahi inanmazlar. Üstadımız Bediüzzaman hazretleri bizleri hususî hizmetine ve en yakınına kabul etmiş ve senelerce de istihdam etmiştir. Bilhassa merhum Zübeyir Ağabeyimiz, en yakınında ve en çok hizmetinde bulunan bir zattır. Böyle bir Kur’an ve Nur kahramanına ve fedaisine atfen uydurulan yalan-yanlış beyan, zaten manen sukut etmiş bulunan (M. S. Dursun) bu çaresiz zavallıyı daha da hem maddeten ve hem de manen tüketecek, hakikî vechesini ehli hakka gösterecektir. Bu insafsız iftiranın altında bilerek veya bilmeyerek Üstadımız hazretlerine de (Allah korusun) bir aleni muaraza bulunduğu, hizmet-i kudsiyyeyi müdrik olanlarca idrak edileceği kanaatindeyim. Cenab-ı Hak böyle zavallılara akıl, fikir versin diyorum.

Üstadımız Said Nursi Hazretlerinin

Hizmetkarlarından
Hüsnü Bayram

[1] Zehirler hadisesi Üstadın bizzat Emirdağı hayatında yazmış olduğu birkaç mektubunda kayıtlı olduğu gibi, hayat tarihçelerinde, özellikle Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinde tafsilatıyla yazılıdır.

 

[2] Hadise hakkında Üstad Bediüzzaman hazretlerinin eserlerinin birkaç yerinde kısa beyanları vardır. Mesela; 22. Lem’anın sonlarında: “…Ve hürriyetten evvel İstanbul’da hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap veren …” Aynı hadise için Emirdağ Lahikası-1 kitabı sh.55’te biraz daha izahat vardır.

Ve o günlerde İstanbul’da bulunmuş, bizzat hadisenin şahidi olmuş ve bu konuda beyanat vermiş bir çok alim insanların ifadelerinden numune için yalnız bir kaçını zikrediyoruz: Kardeşi Molla Abdülmecid; imam, hatip ve mevlüthan hafız Ali Rıza Sağman; Temyiz Mahkemesi (Yargıtay) eski reislerinden Ali Himmet Berki, Ord. Prof İsmil Hakkı Uzunçarşılı, Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, gazeteci Eşref Edip Fergan, Sait Şamil, Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülgen, Sıtkı Tekeli ve saireler. (Not: İsimleri yazılan bu zatların beyanatları Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat – A. Kadir Badıllı, 2. Baskı, sh.177- 202’dedir, bakılabilir.)

[3] Son Devrin İslam Akademisi Dar-ul Hikmet-il İslamiye, Sadık Albayrak, sh.215. Bu kitapta hz. Üstadın Dar-ül Hikmet’e a’za olarak alındığı günlerde, öz geçmişi hakkında vermiş olduğu malumat içinde, mezkûr icazetnameden söz etmektedir.

[4] Ehl-i tahkik olan bütün ulema, Kur’an’ın bitmez, tükenmez bir manalar denizi olduğunda ve her asırda şeriat ahkamı ve açık naslar dışında o asırlar ehline yeni manalar ifaza ettiğinde müttefiktirler; Kur’an Allah kelamıdır. “Denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa yazsalar, yine Kur’an’ın manalarını bitiremezler” diye olan ayet de aynı hakikata işaret etmektedir.

[5] Bu altı düzmeceli iftiraname sahibinin altı sahifelik yazısında altı tane saldırı, iftira veya cehli var değildir, belki altmıştan fazladır. Bu altılar medar- i ibret birer numunedirler.

[6] 1935 yılında idama mahkum etme planıyla, Isparta, Antalya, Van ve Muğla’dan 120 mazlumu Isparta’da toplayıp sorgulamalarından sonra, Eskişehir hapishanesine götürüldükleri zamanda en ağır bir vaziyette iken 27, 28 ve 29. Lem’alar risaleleri telif edildiler.

[7] Mesela benim adresime Urfa’ya, Bursa’dan iki ayrı adresle gelmiştir. Ama mektup aynıdır.

[8] Kendilerine “istişare cemaati” adını vererek, diğer Nur talebelerini istişaresiz, ipsiz ve dağınık imiş gibi zannederlerse, kesinlikle hata ederler. Herkes kendi hizmet arkadaşları ile istişare eder ve başı bozuk değillerdir.

[9] Hz. Mevlana Halid, Hindistan’a Delhi’ye Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerinin yanına gittiği zaman, Şeyh Abdullah zahiren hiç iltifat etmemiş, altı ay kadar Mevlana Halid’e tuvalet temizliği vazifesini emretmiş. Altı ay sonra, şu fiilî irşad metodu muktezasıyla, müritlerine Mevlana’yı tekyeden kovmalarını emretmiş. Bunun üzerine hz. Mevlana Halid’i kovmaya kalkışmışlar. Mevlana gitmemiş, onlar zor kullanmaya başlamışlar. Mevlana kendini yere atmış, müridler ayağından tutup çekmişler. Kapıdan çıkarırlarken Mevlana’nın çenesi kapı eşiğinin taşına ilişmiş, müridler çekmişlerse de çenesi oradan ayrılmamış. Tam o sırada Şeyh Abdullah Dehlevî müridlerine: “Durun yeter. İş tamam!” demiş. Ve Mevlana’ya iltifat etmeye başlamıştır diye tarih-i hayatında yazılıdır.

[10] Mustafa Acet merhum 1948 başlarında, yanlışlıkla terzi Mustafa yerine hz.Üstadla birlikte Afyon hapishanesine girmiş. Hapiste iken Kur’an, tecvit ve Kur’an hattını öğrenmiş, 11 ay kalmış, çıkmıştır. Hapisten çıktıktan sonra imamlık imtihanına girmiş, kazanmış ve 10 yıl Emirdağı’nda imamlık yapmıştır. Daha sonraları Ankara’da Diyanet dairesinde 14 yıl hattatlık yapmıştır. Emirdağı hayatında, arada sırada Üstada bazı hizmetlerde bulunmuş. Hz. Üstadın Risale-i Nur’a sahip olmalarını tavsiye ettiği 16 kişiden birisi de Mustafa Acet’tir. Rahmetullahi aleyh.

ص

Yoruma kapalı.