Take a fresh look at your lifestyle.

Cadde-i kübra nedir?

0

Cadde-i Kübra Nedir ?

Cadde-i kübra-yı Kur’aniye nedir? bu caddede yer almanın şartları nelerdir? Bu caddede olup olmadığımızı nasıl anlayacağız.

       Cadde-i Kübra: En selâmetli yol. Akıl ve kalbi beraber terbiye ve talim eden; ilim ve manevîyatı birlikte ders veren Kur’an yolu. Sahabe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların ve müçtehidlerin yolu.

      Velayet-i Kübra: Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği.

       Alem-i İslam’da üç mühim meslekten biri Tasavvuf mesleğidir.Tarikatlar olarak bilinen bu meslek,nefsi terbiye eder ve ruhi terakki için maniviyat yolunda çalışır.Akli ve mantıki delillere pek yer vermez.

       İkincisi, İlm-i Kelam mesleğidir ki bu meslek akli mantıki delillere dayanır.Avam yerine ehl-i ilme ve fikre hitap eder.

     Üçüncüsü ve en birincisi olan Velayet-i kübra,veraset-i Nübüvvet veya cadde-i Kübra gibi ifadelerle yad edilen sahabe,asfiya ve müceddidlerin yoludur.Bu yolda Kur’an’ın gösterdiği tarz üzere akıl,ilim,mantık,kalb ve maneviyat müşterek çalışır ve inkişaf ederler.Bu yol en büyük ve en makbul ve  isabetli yoldur.

      Evet bu yolda çalışıp ilerlemek isteyen insanlar velayet-i kübra mesleğinde olan asfiyaların,asrın imamlarının
gösterdikleridüsturlara sadakatle bağlı kalarak teslimiyet içinde uymaları gerekir.O vakit bu kişlerin Cadde-i Kübrada oldukları söylenebilir

      Üstad hazretleri İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubatından şunları nakleder;

    …”Velayet üçkısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”

Mektubat 22 p3

      Velayet yolları içinde en güzelinin Sünnet-i Seniyeye ittiba’ olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, cadde-i kübranın, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesi olduğuna şöyle değinir;

     …Velayet yolları içinde en güzeli,en müstakimi,en parlağı,en zengini;Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz
etmektir.

      İşte bu ittiba ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvali ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle
beraber; herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba’ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise, sahib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenab-ı Hakk’ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu cadde-i kübra,velayet-i kübra olanehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.

Mektubat 450 p1

      Velayet-i Kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i üçtehidinin caddelerinin, cadde-i Kübra olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu sınıf insanların Kur’anın birinci tabaka şakirdleri olduğunu şöyle ifade eder;

   Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i üçtehidinin caddesidir ki, doğrudan doğruyaKur’anın birinci tabaka şakirdleridir.

Mektubat 85 p son

     Sahabeler ise, sohbet-i Nübüvvet in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarikattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. “Nübüvvet ve veraset-i Nübüvvetteki velayet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velayet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider. Bir çok meratibde seyr ü sülûke mecbur olur.”

Mektubat 50

      Yukarıda zikredilen izahatlardan da anlaşılacağı üzere Sahabelerin velayeti en yüksek velayettir ve Risale-i Nur’lar da bu zamanda sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Risale-i Nur’lar da zahirden hakikate geçerken tarikat berzahına uğramadan doğrudan doğruya ilim içerisinde hakikata bir yol bulmuştur.  

      Hazret-i Üstad bu mesleğin esaslarını Risale-i Nur’ların müteaddit yerlerinde yapmıştır. Bizler tafsilatı o risalelere havale ederek muhtasaran bu meslekte “azc, fakr, şefkat ve tefekkür”‘ün ehemmiyetinin anlatıldığı iki paragrafı nakletmekle kifayet ediyoruz. Şöyle ki; 

       Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîklerKur’andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından
daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur’andan istifade ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkidir. Evet acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkiyle mahbubiyetekadar gider. Fakrdahi, Rahman ismine îsal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü”Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki “Dört Hatve“den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terketmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Mektubat 458 p1

      Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecazîyeyapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip “Lâ mevcude illâ Hu” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip “Lâ meşhude illâ Hu” demeyemecbur olmuyor. Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeydeCenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır

Mektubat 460 p son 

Cevap bırakın