Take a fresh look at your lifestyle.

Tarikat (1-2-3-4) Tarikat Nedir ? Tasavvuf Nedir ?

TARİKAT

1- TARİKAT NEDİR?

        Tarîk kelime itibariyle yol, Tarîkat ise tarz, meslek ve din hayatında takib edilen metod manasındadır. Tarikatın Istılahi manası ise: Yeme, içme, uyuma gibi hayati ihtiyaçlarda azaltma ve dünya alâkalarını kesmek gibi çarelerle nefsanî istek ve meyilleri kesmek ve böylece nefsi terbiye etmek için ve kalbî ve manevî hisleri geliştirmek gayesiyle hakikî bir mürşid zâtın kurduğu dinî bir mesleği ifade eder.

        Bediüzzaman hazretleri mektubatında şöyle der;
      “Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor.

(Mektubat 458 p1)

      Bu ifadeden anlaşılacağı üzere kişiyi Allah’a ulaştıracak pek çok “tarîk” yani yol vardır. Ve bu hak tariklerin her birinin menbaı Kur’an-ı Azimüşşan’dır.

      Bu yolların genel olarak dört nev’i olduğuna değinen Üstad hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de şunları söyler;

      Marifet-i Sâni’ denilen kemalât arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür:

      Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

      İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.

     Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalmamışlar.

       Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.

     Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anîdir.

Mesnevi-i Nuriye 252 p2

      Kur’an-ı Azimüşşan’dan alınan bu yollardan birisi yaklaşık bin yıldır İslamiyet’e hizmet eden ve bu milletin ekser ecdadının bağlandığı, “tarîkat” veya “tasavvuf” namıyla me’luf olan ulvi bir meslektir.

2-TARİKATIN GAYESİ VE BAZI HASİYETLERİ

       Tarikat mesleğinin esas ve maksatlarını Üstad hazretlerinin Telvihat-ı Tis’a adlı eserine havale edip, derlememizin bu bölümünde yalnızca denizden bir katre misüllu tarikatın gayesini ve bazı hasiyetlerini zikredeceğiz. Şöyle ki;

        Bediüzzaman Hazretleri Telvihat-ı Tis’a Risalesinin başında, tarikat mesleğinde esas maksadın, marifet ve imani hakikatlerin inkişafı olduğunu şöyle izah eder ;

      Tarîkatın gaye-i maksadı,marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.

Mektubat 443 p3

            Üstad hazretleri, Tarikatın pek çok faide ve semerelerinden birini Mektubat’ında şöyle anlatır;

         Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle,benî-Âdem’in melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.

Mektubat 457 p3

       Mektubat’ta Ehl-i tarikat zatların, seyr-u süluk-u ruhani neticesinde imanlarını hakkalyakin derecesine çıkardıkları şöyle anlatılır;

        …Ehl-i velayet nasılki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor

Mektubat 306 p4

        Tarikat mesleğinde bir mürşide bağlanıp, onun daire-i irşadına giren zata mürid denir. Bu meslekte müridin, mürşidinden istifazası ve bu sayede manen terakkisi, onun mürşidine karşı hüsn-ü zannına ve sadakatine bağlıdır. Bu sebeple eskiden beri müridler, şeyhleri hakkında pek fazla hüsn-ü zan beslerler. Bu husus Tarihçe-i Hayatta şöyle izah edilir;

      …Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi…

Tarihçe-i Hayat 486 p son

         Ayrıca Üstad hazretleri kardeşi Molla Abdullah (R.H)’la olan bir muhaveresini anlatırken mevzuumuzla alakalı şunları söyler;

           O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Kastamonu Lahikası 88 p4

           Birçok meziyata malik tarikat mesleğine, zamanla naehillerin girmesi neticesinde bazı su-i istimaller meydana gelmiştir. Bazı zahir ulema ve bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar ise gördükleri bazı hatiat ve su-i istimalatı bahane ederek bu ulvi mesleğe taarruz etmişlerdir. Bediüzzaman hazretleri bununla alakalı olarak tarikatın hasenatının seyyiatına nisbeten çok daha fazla olduğunu nazara vererek şu izahı yapar;

            …Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.

             İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî üleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.

           Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.

         İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?

Mektubat 444 p son

3- TARİKAT MESLEĞİNDE KALB ESASTIR

        Mesnevi-i Nuriye’de sahife 7 de; Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi”

        sahife 252 de ;… Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.”

        hem T.H 695 de; “…kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf…”

          ve dahi Emirdağ Lahikası I / 242 geçen “Seyr-ü sülûk-ü kalbî ile tarîkat mesleğinde” gibi cümlelerden anlaşılacağı üzere Tarikat mesleğinde kalb esastır. Mürşidler, müridlerin aklî olarak iknalarını düşünmezler. Yani aklı sarf-ı nazar ederek müridin sadece kalbi inkişaflarını temine çalışırlar. Bu esasın muktazisi olarak müridlerin imanî bir mes’eledeki kanaatleri ancak mürşidlerinin yüksek makamı ve mes’elelerdeki hükümlerine bağlıdır. Emirdağ Lahikasında bu durum şöyle anlatılır;

         …büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes’elelerde hükümleri

Emirdağ Lahikası I / 91 p1

        Keza tarikattaki mezkûr esasın mukteziyatından biri de kaziye-i makbule diye tabir olunan büyük zatların sözlerini delilsiz olarak kabul etmektir. Şöyle ki;

          Hattâ İlm-i Mantık’ta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmektir…

Emirdağ Lahikası I / 91 p1

4- ASRIMIZDA AKLIN EHEMMİYETİ VE KUR’AN’IN CADDE-İ KÜBRASI

           Kalbin inkişafını esas alan meslek-i tarikatta akıl ihmal edilmiştir oysa asrımızda aklın ve fennin ne kadar ileri gittiği malumdur. Bu zamanda bir fikrin insanlık âleminde kabul görebilmesi için akıl ve mantığa mutabık olması icab eder. Keza hükmü, kıyamete kadar baki kalacak olan Kur’an-ı Muciz-ul Beyan, aklı sarf-ı nazar etmez, bilakis aklı tefekküre sevketmek için birçok yerde akla havaleler yapar.

          Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, âyetlerin hâtimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki; o fezlekeler, ya esma-i hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevketmek için akla havale eder

Sözler 415 p4

    Hem Kur’an; … 

اَفَلاَ يَعْقِلُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ

gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle…

Mektubat 325 p6

             Bediüzzaman hazretleri Müslümanların bürhana tabi olduğunu, akıl, ilim ve fennin kabul göreceği istikbalde, bürhan-ı aklîye istinad eden Kur’an-ı hâkim olacağını tebşir eder ve der ki; Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz.

           Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hutbe-i Şamiye 27 p2

          Velayet yolları içinde en güzelinin Sünnet-i Seniyeye ittiba’ olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, cadde-i kübranın, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesi olduğuna şöyle değinir;

           …Velayet yolları içinde en güzeli,en müstakimi,en parlağı,en zengini;Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.

            İşte bu ittiba ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvali ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba’ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise, sahib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenab-ı Hakk’ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu cadde-i kübra,velayet-i kübra olanehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.

Mektubat 450 p1

        Velayet-i Kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddelerinin, cadde-i Kübra olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu sınıf insanların Kur’anın birinci tabaka şakirdleri olduğunu şöyle ifade eder;

          …Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruyaKur’anın birinci tabaka şakirdleridir.

Mektubat 85 p son

         Üstad hazretleri İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubatından şunları nakleder;

        …Velayet üçkısımdır : Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”

Mektubat 22 p3

          Yukarıda zikredilen izahatlardan da anlaşılacağı üzere Sahabelerin velayeti en yüksek velayettir ve Risale-i Nur’lar bu zamanda sahabe mesleğinin bir cilvesi olup, tarikat berzahına uğramadan ilim içerisinde zahirden hakikate geçecek bir bir yol açmıştır.

Yoruma kapalı.