Take a fresh look at your lifestyle.

Rumuzat-ı Semaniye 3.Parça [29.Mektubun 3.Kısmı]

Rumuzat-ı Semaniye 3.Parça [29.Mektubun 3.Kısmı]

        Rumuzat-ı Semaniye   >  3.Parça [29.Mektubun 3.Kısmı] 

        Yirmidokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmı

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

        Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ikiyüz aksam-ı i’câziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’an-ı Azîm-üş Şân’ı, Hafız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdayene mikyas tutulan sahifeleri ve sûre-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’an yazmağa dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur’andaki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzac etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. Şu üçüncü kısım “Dokuz Mes’ele“dir.

        Birinci Mes’ele

    Kur’an-ı Azîmüşşan’ın enva’-ı i’câzı kırka baliğ olduğu, İ’caz-ı Kur’an namındaki Yirmibeşinci Söz’de bürhânlarıyla isbat edilmiş. Bazı enva’ı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiştir.

        Hem Kur’anın i’câzı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i’câzını gösterdiği, Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i’câziyelerini isbat etmiş. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif meşrebler ashabına ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i’câzını gösterdiğini, onlara ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur’an hak Kelâmullah olduğunu, iman-ı tahkikîleri göstermişler. Demek herbiri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i i’câzını görmüşler. Evet ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i’câz ile, ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i’câz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i’câzın cilveleri değişir. Bir İlm-i Usûl-üd Din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i’câz ile furuat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’câz bir değil ve hâkezâ… Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i’câzını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebakisi icmalen işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.

        Birinci Tabaka: “Kulaklı tabaka” tabir ettiğimiz âmî avam olan; yalnız kulak ile Kur’anı dinler, kulak vasıtasıyla i’câzını anlar. Yani der: “Bu işittiğim Kur’an, başka kitablara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumunun altındaki şık ise kimse diyemez ve dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umumun fevkındedir.” İşte bu kadar icmal, ile Onsekizinci İşaret’te yazılmıştı. Sonra onu izah için Yirmialtıncı Mektub’un “Hüccet-ül Kur’an Alâ Hizb-ş Şeytan” namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i’câzdaki fehmini tasvir ve isbat eder.

        İkinci Tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani: Ami avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyyunlar tabakasına karşı, Kur’anın göz ile görünecek bir işaret-i i’câziyesi bulunduğu, Onsekizinci işaret’te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve isbat etmek için, çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz’î birkaç cüz’iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve te’hiri daha evlâ olduğuna kat’î kanaatimiz geldi. Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk vücuh-u i’câzdan göz ile görülen bir vechini ve o vechin on cüzünden bir cüzünü, Kur’an’ın nakş-ı hattında göstermeye niyet ettik.

        Vakt-i merhûnu geldiğini telakki ediyoruz. O sair vücuh-i i’câziye ise: Bir kısmı Yirmibeşinci Söz’de kısmen tafsilen kısmen icmalen beyan edilmiş. Bir kısmı sair sözlerde müteferrik parçaları zikredilmiş, bir kısmı Arabî risalelerimde onlara işaret edilmiş. Bilhassa nazm-ı Kur’an’daki i’câz-ı belâgatı kim görmek isterse İşarat-ül İ’caz namındaki Arabiyy-ül ibare olan tefsîre baksın. Baştan aşağıya kadar o i’câzı tahlil edip ilmî bir sûrette göstermiştir. Hakaik-i Kur’aniyenin hakkaniyet cihetinden gelen i’câz-ı maneviyeyi kim görmek isterse Risale-i Nur ve Mektubat-ın Nur eczalarına baksın. Onlar o i’câz-ı manevinin unvanlarıdır. Onlarda gayet parlak o i’câz görünür.

        İkinci Mes’ele

        Sözler namındaki yazılan Risaleler Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bir nevi tefsîr-i hakikisi olduğu ve o tefsîrin te’lifinde merci’ ve me’haz ve hakiki üstad ve tam rehber sırf âyât-ı Kur’aniye olduğu ve fakir ve aciz bu müellifin hissesi onda sırf bir tercüman olduğu ve doğrudan doğruya o risaleler Kur’an’ın hakaiki ve o hakaikin burhanları olduğu ve Kur’an’ın elinde bir kılınç hükmünde olarak o kala-i kudsiyeye gelen tahaccümata karşı duran ve manen Kur’an’ın manası, ve lâ-yenfek ondan gelmiş manevi bir cüz’ü olduğunu ve bütün kuvvetleriyle o Kur’an’a bakar ve işaret eder ve onu hedef ittihaz ederler ve âyâtından gelen sunuhat ve ilhamat olduğunu ve müellifinin iktidar ve ihtiyarının pek fevkinde bir tarzda olduklarını mükerreren isbat edip beyan ettiğimiz halde Kur’an namına ve Kur’an hesabına rekabetkârane bunlara bakmak ve onlardaki i’câzı Kur’an’dan in’ikas eden cilveleri Kur’an’ın hakiki i’câzı ile muvâzene etmek ve rekabetkârane onların sükutunu ve kesadını ve çürüklüğünü arzu etmek elbette Kur’an’a sadakat değildir. Çünkü: Kur’an’ın elindeki kılıncı Kur’an’a çevirmek ve Kur’an’ın sadık hizmetkârını, Kur’an’a karşı mübareze vaziyetini vermek ve Kur’an’dan gelen ve Kur’an’ın nurundan ve mizan-ı i’câzında bulunan nurlarını Kur’an’a karşı muvâzene etmek, elbette bir hıyanettir ve bir cinâyettir. Sakın dikkat edinizki nefs-i emmare bu cihette sizi aldatmasın. Hem Kur’an-ı Azimüşşan’ın güneşini ayinelerdeki küçücük cilveleriyle muvâzene edip kıymetini tenzil etmek ve cidden iltizam ve muhabbete layık olan o nurlara Kur’an hesabına bir nev’i adavetkârane ve tenkidkârane bakmakla onların feyzlerinden mahrum kalmak gibi bir divaneliktir. Acaba Ehadis-i Şerife Kur’an’ı tefsîr ederken Kur’an ile muvâzene edilebilir mi? Hakiki bir tefsîrdeki âyâtın güzel hakikatları hakaik-i Kur’aniye ile muvâzene edilebilir, mi? Halbuki: Risaleler ise doğrudan doğruya üstadı, menba’ı, manası ve neticesi hakaik-i imaniye ve Kur’aniyedir. Ve o hakaikin burhanlarıdır.

        Madem hakikat budur, o risalelerde tezahür eden tavafukat-ı gaybiye doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakim’in bir nev’ cilve-i i’câzıdır. Çünkü: O risaleler i’câz-ı manevisinin numuneleridir. Ve onlardaki tevâfukât-ı gaybiye o i’câzı manevisinin tecessüm etmiş bir nakşıdır, denilebilir. Çünkü o hakaikin mevzuniyeti ve intizamı ve güzelliğidir ki: Öyle muntazam uslub-u libasını giyer çıkar.

        Üçüncü Mes’ele

        Kaç sene evvel mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M) içindeki i’câz-ı Kur’an’ı beyanında aklı gözüne inmiş tabakasına karşı göz ile görünecek bir nakş-ı i’câzını kalb aradı. O zaman berk-i hatif gibi bir sahife-i Kur’aniyede mükerrer Lafzullâh muntazam bir kavs sûretinde göründü. O cihette Lafzullâh’daki müteaddit emarat-ı i’câziyeyi yazmak lâzım iken bana unutturuldu. Yüzüm başka cihetlere çevrildi. Yalnız karşı karşıya ve bir sahife arkasındaki sahifelerde böyle Lafzullâh’ın tekraratı manidar bir nisbet-i adediye ile göründü. Hem bazı kelimat-ı Kur’aniye yapraklar arasında birbirine bakması ve muvazi gelmesi gibi birkaç cüz’iyata işaret edildi. Halbuki o cüz’iyat, o mes’eleye hiçbir cihetle kafi gelmiyordu.

        Bir zaman sonra lafz-ı Kur’an ile lafz-ı Resûl-i Ekrem Aleyhisselatu Vesselam’de tevâfukât-ı gaybiye tabir ettiğimiz bir vaziyet-i harikulade gördük. İ’caz-ı Kur’an’a ait Yirmibeşinci Söz olan risalede Kur’an lafzı o işareti verdi.

        Resûl-i Ekrem’in (A.S.M.) mu’cizatında “Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam” kelimesi aynen o işaratı veriyordu. İman-ı Billah’a dair olan sair müteaddit risalelerde Lafzullâh o işareti vermedi. Çünkü Lafzullâh nadir zikrediliyordu. O’nun yerinde Cenab-ı Hak kelimesi Sani-i Hakîm, Halık-ı Rahim gibi sair Esma-i Hüsna ile tabir edilmiş. Lafzullâh, o Erkan-ı İmaniyenin en a’zamı olan İman-ı Billah, risalelerin içinde en çoğuna en mühimlerine sahip olduğu halde, i’câz-ı Ahmediye (A.S.M.) ile i’câz-ı Kur’aniyenin işaretleri gibi parlak işaret vermemiş. Şimdi katiyyen gördük ki: O işaret ise; Kur’an-ı Azimüşşan’da o kadar parlak göstermiştir ki: Hiç bir cihette ihtiyaç kalmamış ki, başka yerde tezahür için cilvesi görünsün. Evet, Kur’an-ı Azimüşşan’da Lafzullâh çok nurani ve kesretle çok manidar ve vüs’atle çok nükteleri var… Ve hikmetle tekrar edilmiş ki akıl anlasa “Subhanallah”, kalb derketse “Barekallah”, göz görse “Maşaallah” diyecektir. Amma lafz-ı Kur’an ve lafz-ı Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam ise Kur’an’da pek azdır. Ve o kısımda tevâfuktan ziyade başka sırlara medardırlar. Onun için kanaatimiz geldi ki Kur’an’dan tereşşüh eden ve Kur’an’dan gelen Risalelerde lafz-ı Kur’an ve lafz-ı Resûl-i Ekrem Aleyhisselatu Vesselam o işarete Kur’an hesabına mazhar edildi. Ve Lafzullâh Kur’an merkezinde bırakıldı.

        Dördüncü Mes’ele

        Bu Hafız Osman hattıyla yazılan aynı Kur’an’ı tetkik ettik. Başta Lafzullâh olarak gayet manidar tevâfukât-ı gaybiyeyi gördük. Ben kendi Kur’an’ımda o tevâfukâta birer birer işaret koydum. Dikkat ettik ki satırlar ve âyetler ortasındaki fasılalar intizamsız olduğu için tevâfukâtı kısmen bozmuş. Onunla beraber bize kanaat geldi ki; tevâfuk matlubdur. Çünkü tekrar eden kelimat üstünde tekrardan gelen kusuru izale edecek bir ziynet ve bir güzelliktir. Ve anladık ki: Sahife ve satırları değiştirmemekle beraber tekellüfsüz o tevâfukât-ı matlube bir derece gösterilebilir. Ve onu göstermekle Hatt-ı Kur’aniye bir zevk bir şevk uyandıracak ve göz ile görünecek on emarat-ı i’câziyeden bir emare izhar edilecek niyeti ile hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarımı meşveret ve muavenete davet ederek bu mes’eleyi nazarlarına arzediyorum.

Yoruma kapalı.