Hz.Peygamber A.S.M Nasıl Bu Alemin Hem Çekirdeği Hem Meyvesi Oluyor?

Hz.Peygamber A.S.M Nasıl Bu Alemin Hem Çekirdeği Hem Meyvesi Oluyor?

        Sual:Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi O‘dur.”( Mektubat 308 ) İfedesine göre Hz.Peygamber S.A.V nasıl hemmeyvehem deçekirdek oluyor?

        Bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi.Zat-ı Vacibül Vucuddan başka hiçbir şey yoktu, ne kalem, ne levh, ne arş, ne hamele-i arş olan melekler, ne kürsi, ne diğer melekler, ne gökler ve ne de yerler... Cenâb-ı Hakk lütuf , ihsan ve keremiyle bu karanlığa son verdi ve bütün isim ve sıfatlarıyla bir noktada tecelli ederek,umum mahlukata çekirdek olacak, Nur-u Muhammedî (A.S.M.)’ı yarattı. 

        Allah Resulu (S.A.V) “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.” Hadis-i şerifi ile bu hakikatı güzel bir şekilde ifade etmiştir.

        Kader kalemiyle işlenmiş İlâhî bir program olan ve canlıların bütün karakterlerini içine alan genetik şifreler dediğimiz DNA’larda canlıların bütün özellikleri baz sıralaması şeklinde yazılıdır. Bir tohum ve içindeki şifresi, ne ondan çıkacak ağacın şekline, ne gövdesinin sertliğine, ne yaprağının yeşilliğine,ne de meyvesinin tadına benzememektedir. Ağacın herşeyi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut olduğu halde, ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynıyla bulmak elbette mümkün olmayacaktır. Aynen bunun gibi, bütün mahlûkatın nur-u Muhammedî’den yaratılışını tam anlamayanlar gezegenler, dağlar,ormanlar, denizler ve bu nur arasında nasıl bir benzerlik olduğunu anlayamayıp inkara kalkışırlar.

        Bu hususu ifade babında Üstad Hazretleri diyor ki:

        Nur-u Muhammediye’den (A.S.M.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundaninfisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delaletiyle teyid eden 

        اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللَّهُ نُورِى olan hadîs-i şerifidir.

M.Nuriye 121 p1

        Bu parağraftan da anlaşılacağı üzere, bu âlemin yaradılış çekirdeği olan nur-u Muhammedî’den (A.S.V) âlem aşama aşama yaratılmış. Bütün maddi âlemlerin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz,bu macun, bu şifre bir hamur olmuş göklerin ve yer yüzünün yaratılmasında esas olmuş.  

        Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında ise Allah Resulu (S.A.V) âlemin yaratılış safhalarını sırsıyla ,kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler…şeklinde olduğunu ifade buyurmuştur.

        Maddenin nurdan yaratılması hakikatı garip karşılanmamalıdır. Zira madde denen şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerjiolduğu bilinmektedir. Atom, parçalandığında enerjiye dönüştüğü gerçeği, işin temelinde kudret-i İlahinin lâtif ve nuranî olanı, kesif ve maddi hale getirmesi yatmaktadır. 

        Yine Bediüzzaman hazretlerinin kainata büyük bir ağaç nazarıyla bakılırsa,bu ağacın da bir çekirdeği ve en büyük bir meyvesi Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu bildirir ifadeleri aynen şöyledir.

        şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.
        Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev’den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir. Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Sözler 579 p2

        Nur-u Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâmın,Hz.Adem (A.S)’ dan ta Mübarek Zâtına kadar silsile yoluyla geldiğini ifade eden üstadımız Bediüzzaman hazretleri diyor ki;

        Nasılki Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir. Bütün Enbiya, onun asıl nurundan istifaza ve hakikat-ı diniyenin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (A.S.M.) cebhe-i Âdem’den tâ Zât-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

        Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi’rac’da kat’î bir surette isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş.

Barla L.324 p2

        Altıncı Esas: Hem o melek, cinn ve beşerin seyyidi olan zât, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlahiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbaniyenin misalive Hakk’ın en münevver bürhanı ve hakikatın en parlak siracı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muamma-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlahiyenin dellâlı ve mehasin-i san’at-ı Rabbaniyenin vassafı ve câmiiyet-i istidad cihetiyle o zât, mevcudattaki kemalâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyle ise o zâtın şu evsafı ve şahsiyet-i maneviyesi işaret eder, belki gösterir ki; o zât, kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani o zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halketmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi denilebilir. Evet cinn ü inse getirdiği hakaik-i Kur’aniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemalât-ı samiye, şu hakikata şahid-i katı’dır.

Mektubat 193 p2

        Gelen bütün peygamberler itikadi ve asli meselelerde ittifakta olup furüat kısmının ise zamana bağlı olarak değiştiğini,insanlık tarihinin çeşitli evreler geçirip o evrelere göre gerekli emirler gönderildiğini anlatan Bediüzzaman hazretleri İşarat-ül İ’caz tefsirindeki bir sualin cevabında şöyle diyor;

        Sual: Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?

        Cevab:İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehiddirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zâten zamanların tebeddülüyle, füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabiî bir şeydir. Evet mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar; veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın, yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.

İ.İcaz 26 p1

        Dini ve daveti umumi olup en n son en büyük peygamber olan efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın diğer peygamberlere olan derece-i alisini beyan babında Hazreti Üstad ;

        …ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir

Sözler 349 p1

        Cümlesiyle O’nun en büyük bir mualim-i ekmel olduğunu söyleyen Bediüzaman hazretleri; geçmiş zamanlardaki insan topluluklarının tek bir eğitmenden ders alabilme seviyesine gelmediğinden her kavme başka bir peygamber gönderildiği, hatta aynı asırda aynı kıtada yaşadıkları halde farklı peygamberler gönderilen kavimlerin ancak Hz peygamber (A.S.V) zamanında bir tek muallimden ders alabilme derecesine ulaştıklarını bildirir ifadeleri şayanı dikkattir.

        Enbiya-yı salife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir

Sözler 485 p1

ص