Take a fresh look at your lifestyle.

Muhtasar Tarihçe-i Hayatı-1

Muhtasar Tarihçe-i Hayatı – 1

        Üstadın hayatı, külli hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arzetmektedir.

     Birincisi : Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ikameti, İstanbula gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumiyeye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Darülhikmetil-İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gelerek ilk Meclis-i Meb’usandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi.. her biri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur’an hizmeti itibariyle ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.

        İkincisi : Van’da inzivada iken Garba nefyedilip Isparta’nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki; “Risale-i Nurun zuhuru ve intişarıdır.” Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nurla giriştiği hizmet-i imaniyye ve manevî cihad-ı diniyyedir.

    Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde Osmanlı Hilafetinin inkıraz bulmasiyle insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istilâ ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve mânevî tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur’ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyete asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.

Tarihçe-i Hayat. 27 p1

        Molla Said Şarkın büyük ülema ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin herbirisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ülemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.

        Vanda mâruf ulema bulunmadığından, Hasan Paşanın daveti üzerine Molla Said Van’a gitti. Van’da onbeş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Vanda bulunduğu müddet, vali ve me’murîn ile ihtilât ederek, bu asırda, yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâmın İslâm Dini hakkındaki şek ve şüphelerin reddinekâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür (Hâşiye).

        Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir

Tarihçe-i Hayat. 46 p3

        (Hâşiye): Bediüzzamanın çok genç yaşındaki bu vukufiyeti, onun istikbaldeki çok muazzam hizmet-i Kur’aniye ve İslâmiyesi içinhazırlanmasını te’min etmiştir. Bu kanaatını o zaman izhar ettiğinden otuz – kırk sene sonra, İlm-i Kelâmda bir teceddüd yapan Risale-i Nur külliyatının te’lifine Cenab-ı Hak muvaffak eylemiştir.

        Molla Said, Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. (Hâşiye). Bu hususlar şunlardır:

        1- Kat’iyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet hayatta hiçbir maddî mülkiyeti
olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı, bilmüşahede görülmüştür.

     2- Hiçbir âlimden sual sormamak. Yirmi sene zarfında, daima ancak sorulanlara cevab vermişti. Bu hususda kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevab vereyim.”

        3- Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan menetmek. Onları da yalnız Rıza-yı İlâhî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaşe ederdi.

        4- Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca ” Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıbta edecektir. Sâniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazariyle bakıyorum.” derdi.

Tarihçe-i Hayat. 47 p2

        (Hâşiye): Aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.

        Van’daki ikameti esnasında, Alem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

        İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta:

     Bu Kur’ân, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ânı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ândan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

        İşte bu müthiş haber, onda târifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzamanın, bu havadis üzerine: Kur’ânın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. (Hâşiye).

Tarihçe-i Hayat. 51 p1

        (Hâşiye): Said Nursî, altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşanın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nazırının İngiliz Meclis-i Mebusanında elinde Kur’anı göstererek: “Bu Kur’an, müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’anı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur’andan soğutmalıyız” sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır. Kur’anın bir mu’cize olduğunu isbat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister; buna kat’î karar verir. Van’da bulunduğu onbeş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, Alem-i İslâmın hâl-i hazırda durumu hakkında da gerekli hertürlü malûmatı elde eder.

        Nazirsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsâlleri fevkinde kendisine ayrıca hikmet-i Kur’aniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’anın mu’cize olduğunu isbat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.

        Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, Kudret-i İlâhiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahip olmayan, bilakis mazlum ve bir nevi elleri kolları bağlı bir vaziyette Bediüzzamanın çekirdek- misâl hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i islâm, hem dünyanın ekserisine de maddeten te’sir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek manevî küllî ve cihanşümûl bir inkişâfın zuhuru; aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlâhî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.

        Bediüzzaman; Şarkî Anadolu’da “Medresetüzzehra” namında bir dârülfünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi...

Tarihçe-i Hayat. 52 p1

        İstanbuldaki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi:

BURADA HER MÜŞKÜL HALLEDİLİR; HER SUALE CEVAP VERİLİR, FAKAT SUAL SORULMAZ.

Tarihçe-i Hayat 52 pson

        İstanbulda grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlariyle, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.

        Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül-Ez’her Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi İstanbula bir seyahat için geldiğinde; kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd’den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben:

        Yâni: –Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der.

    مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُوبَائِيَّةِ وَ الْعُثْمَانِيَّةِ

        Şeyh Bahîd Efendinin bu sualden maksadı; Bediüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

    اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

        Yâni “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.

        Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri:

        – Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hasdır (1) demiştir.

Tarihçe-i Hayat. 53 p1

        (1): Nitekim Bediüzzamanın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa’da Kur’ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamiyle tasdik etmişlerdir.

        …hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın baş kumandanı, İslâm ülemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir.” Bu cevabdan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” Sonradediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.” Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dâr-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar…

Şualar 358 pson

        Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlariyle beraber İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) Cemiyetini kurmuşlar, cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamış, hattâ Bediüzzaman’ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dahil olmuştu.

        Hürriyeti sû-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve mukni idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî’nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evâmir-i Şer’iyyeyi çabuk imtisal etmeninzarurî olduğunu ileri sürüyordu. “Eğer meşrutiyeti hürriyet-i şer’iyye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek” diye ihtar ediyordu…

Tarihçe-i Hayat. 54 pson

         Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

        – Sen de şeriat istemişsin?…

        Bediüzzaman cevap verir:

        Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!

Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcut olduğu halde: “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidalariyle ilerlemiştir.

T.H. 60 p2

Yoruma kapalı.